23 Aralık 2018 Pazar

Toplumsal Gerçekçilik


Toplumsal Gerçekçilik / Sinema


https://www.google.com.tr/url?sa=i&rct=j&q=&esrc=s&source=images&cd=&cad=rja&uact=8&ved=2ahUKEwjS-YKz9bbfAhVDDOwKHbW9AjYQjhx6BAgBEAM&url=https%3A%2F%2Flamula.pe%2F2015%2F06%2F30%2F5-peliculas-que-hablan-sobre-la-realidad-politica-en-el-mundo%2Fmara.rabinara%2F&psig=AOvVaw38eG__mr7OIgC4DmZfhBTR&ust=1545687640309032




 Aristo'nun "mimesis" (doğa ve insan davranışının sanatta taklide dayanan temsili) kavramı sinemasal gerçekliğin de temel çıkış noktasını oluşturur.(GÖK, 2007) İnsan -bilinçli olmadan- yaşadığı hayatın ürünüdür. Etrafındaki her etken, özneyi oluşturur ve özne oluştuğu etkenlerin toplamını sanat aracılığı ile dışa vurur. Bunun doğrultusunda her sanat dalında farklı ülkelerin farklı konulara daha fazla dikkat çekmek istemesi görülür. Bu yüzden sinemada akımlar ülkelere göre değişiklik göstermiştir. Bunu akımların isimlerini bakarak dahi kavrayabiliriz.

  • Dışa Vurumcu Alman Sineması 
  • Fransız Şairane Gerçekçiliği
  • İtalyan Yeni Gerçekliği 
  • Fransız Yeni Dalgası vs.

Fakat bu akımlar kendi içlerinde ortak konulara sahip olabilirler. Sonuçta farklı dilleri konuşarak aynı mesajları vermek mümkündür. Sinemanın da bir dil olduğunu varsayarsak aynı amaçla çekilmiş filmlere rastlamamız olağandır. Ama bu benzerlik içeriği boş, biçimi dolu olan filmlerin birbirine benzemesine de zemin hazırlar. Öyle ya da böyle dünya üzerindeki her yer birbirine benzemeye başlamıştır. Hollywoodvari filmlerin çoğalması ve rağbetin bu yönde artmasını da örnek gösterebiliriz.

Toplumsal Gerçekçilik amacı güden filmler, toplumlarının gerçek yüzünü –kendi gördükleri- kitlelere izleterek göstermek amacındadır. Eisenstein’a göre seyirci, her zaman yeniden yaratılan dünyanın bilincinde olmalı, seyrettiği görüntünün hazzına kendisini kaptırıp gitmektense, çerçevelenmiş bir kutudan sanatçının yarattığı, onu sürekli kışkırtan bir yapıtla alışverişe girmeliydi. (KÖKSAL, 2006) Filmler gerçekçi bir çizgide gittiklerinde asıl istenilen, izleyen kitlenin filmdeki anlamı yakalamasıdır. Bazı filmler alt mesajlarla bunu gerçekleştirirken bazıları doğrudan bir anlatımla bunu izleyiciye aktarmak ister. Eisenstein Potemkin Zırhlısında mesajı doğrudan vermeği tercih etmiştir. Hitlerin propaganda amacıyla, zorla çektirttiği filmlerin de arasında olan propaganda filmleri de ideolojilerini doğrudan aktarmıştır. 1935 yılında Almanya’da çekilmiş olan İradenin Zaferi filminin, açıkça güdümleme yapmakta olduğunu bilmekteyiz. Ancak her doğrudan aktarım yapan film propaganda amacı gütmeyebilir. Bir ideolojiye karşı durarak karşıt fikrin yanlışlarını göstermek de asıl amaç olabilir. Örneğin; 1969 yapımı Ölümsüz (Z / Costa Gavras) filmi ve 1997 yapımı Hayat Güzeldir (Life is Beautiful / Roberto Benigni) filmleri. Alt mesajlar yardımıyla kitlelerin görmediğini veya göz ardı ettiğini düşündükleri konuları aktaran filmler de vardır. Türk sineramasında bu filmlere rastlanmaktadır. Örnek olarak; 1985 yapımı Yılanların Öcü (Şerif Gören) ve 1978 yapımı Kibar Feyzo (Atıf Yılmaz) filmleri verilebilir.



 Realist bir bakış açısıyla aktarılan bu filmler sinema tarihinde özel yere sahiptir. Toplumun kendisine yansıma olarak geri dönen sanat yapıtları, toplumu sarsar. Belki de toplum sorunlarından uzaklaşmak amacıyla sinema seyreden halk, kendi sorunlarını beyaz perdede görünce bunu onaylar ya da karşı çıkar. Kişilerin ideolojilerine göre toplumsal gerçekçi filmlere bakış açıları değişim gösterir. Bazen bu değişim ülke çapında bir filmin gösterime girmemesiyle sonuçlanabilir. Filmlerin gücünü kabul eden ve belki de ondan korkan yüksek mevkideki insanlar bunları yasaklayabilir. Sinema salonunda gösterildikten sonra televizyon ekranlarında izleyici ile buluşan filmlerin aşırı sansürlenmesi bu duruma eklenebilir. Aynı şekilde fazlaca sansürlenen içeriklerden bazıları yerine sansürlenmeyen içeriklerin izleyicilerden tepki alması olağandır. Sanat bugün otonom dahi olsa aslında göbeğinden piyasaya bağlı olduğundan bir tür üretim biçimi haline gelmiştir. “Yaratı” olmaktan çıkıp “üretim” olmuştur. (Antakyalıo, 2012) Yaratıcı sanata veya kendini bir yansıma olarak gören içeriğe müdahale edildiğinde, bir uyanışın olmamasının istendiği aşikârdır. Yani toplum iş-ev ve Pazar günü tatili tekdüzeliğinden uzaklaşarak sisteme kuşbakışı bakarsa olacak felaketler bir ülkenin rejiminin değişmesine bile zemin hazırlayabilir. Bu yüzden devletin ideolojik aygıtı ismini ve bunun anlamını herkesin bilmesi istenmez. Her birey özgürlükçü olursa boyun eğip çalışacak kitlelerce insan yok olur. Özneye yeterli düşünsel zaman bile bırakılmaz. Özneye sadece alışması gereken kurallar ve sınırlar belirtilir. Kültür aslında kuşaktan kuşağa aktarılırken ideolojileri de beraberinde aktarır. Geleneğine bağımlı yaşayan bireylerin oluşturduğu toplumlar nedense hep üçüncü dünya ülkelerindeki kişilerdir. İnandıklarının dışındaki dünyayı hayal edemez hale gelmiş bilinçsiz kitle yığınları diş fırçasının kılları gibidir. Sürekli değiştirilir ama aynı formdadır, aynı şekilde kullanılır ve amacına uygun üretilmiştir.

Toplumsal Gerçekçiler belki de surata atılan bir tokat işlevi görmek isterler. Sanatçılar, gerçeklerle yüzleştirmek istedikleri kitleler olduğunu bildikleri için kendi hayatlarında gözlemledikleri olayları sinemalarına yansıtırlar.

16 Aralık 2018 Pazar

Japonya’nın İntihar Tarihi, Beşir Fuad ve Werther Etkisi



(Öncelikle yazıyı yazarken loop'a aldığım şarkıyı buraya bırakıyorum ) 




Japonya’nın İntihar Tarihi, Beşir Fuad ve Werther Etkisi



Fuji denildiğinde aklımıza ilk gelen yerkürenin en yüksek dağı ya da fotoğraf makinası markası. Fakat bu kelime, 2000’lerden itibaren hafızamızda farklı bir şekilde yer etmeye başlıyor. Fuji farklı dinlere mensup Japonlar için kutsal sayılan ve artık aktif olmayan bir yanardağ.Japonya’nın en büyük dağı olarak anılmasının yanında artık insanların aklına intiharla birlikte gelmeye başlayan bir nokta. Çünkü 3.776 m uzunluğundaki dağın eteklerinde yer alan bir bölge intihar etmek isteyen Japonların son durağı halini almış vaziyette

Çalışmanın bir tür onur meselesine geldiği ve uzun saatlere yayıldığı ülkede bireyin üzerindeki baskı çok yoğun bir halde. Bu konuda Japonya’ya da giden gezgin dostum Gökhan’ınhttp://www.yoldaki.com/japonyada-yasam/ yazısında ülke insanının üzerindeki toplumsal baskıları okuyabilirsiniz. Yalızlık ve depresyonun yoğun olduğu Japonya’da insanların bu ormana gelerek intihar ettiklerine sık sık rastlanıyor. Fransız Sosyolog Emile Durkheim’ın ortaya koyduğu gibi kentleşen toplumun mekanik ilişkiler içerisindeki özne (yalnızlaşmış birey) aslında intihara daha da yakın duruyor. Zaten vakalara bakıldığında arkalarında bıraktıkları yalnızca topluma seslenen sitemkâr mesajlar ve her biri metafor denilebilecek objeler oluyor. Günümüzde her yıl 100’e yakın insanın bu bölgede hayatını sonlandırdığı söylense de, oldukça sık bir bitki örtüsüne sahip orman henüz tespit edilmemiş vakaları da geçici bir süre kamufle ediyor. Niteklim Bulunan birçok ceset de iskeletten ibaret kalmış halde intihar jandarmalarının kayıtlarına geçiyor. Japonya intihar vakalarının artışından endişe ettiğinden intihar rakamlarını açıklamıyor. Bu belki tartışılır gözükse de bir yönüyle iyi bir tutum. Kapitalizmin öğütlediklerini elde eden bireylerin arkalarında aile ve hatrı sayılır sosyal konumlarını bırakarak hayatına son vermesi, zaman zaman toplumdaki intihar vakalarını arttırabiliyor. Özellikle sosyal medya da bu durumu tırmandıran önemli bir etken olarak karşımıza çıkıyor.Kendi coğrafyamızın geçmişini, intihar bağlamında irdelersek, Tanzimat döneminin önemli edebiyat ve gazetecilik insanı Beşir Fuad’ın sıra dışı öyküsü de intihar ve toplum ilişkisini gözler önüne seriyor.


Bileklerini Kesip İntiharı Gözlemleyen Beşir Fuad



Türk edebiyatının ilk denemecisi, ilk biyograficisi olarak anılmasının yanısıra önemli batılı eserleri Osmanlıca ’ya çeviren, pozitivist ve materyalist düşünceye sahip bir edebiyatçıdır. Ancak o da maalesef yalnızca intiharı ile anılmaktadır. Oysa intihar bu felsefe insanı için yalnızca araçsallaşan bir eylemdir. Beşir Fuad kendi aldığı karar doğrultusunda bir odaya kapanıp bileklerini kesmiştir. O esnada ise bir kağıtla ve kalemini hazırda bulundurmuş ve ölüm sürecini gözlemleyerek yazıya aktarmaya çalışmıştır. Dönemin kısıtlı sayıdaki gazetelerinde yer alan sarsıcı olay, Osmanlı’daki intihar vakalarını kitlesel boyuta getirmiştir. “o zamanlardaki çok kısıtlı kitle haberleşme kanallarına ve bilgi akışı erişimine rağmen Beşir Fuad'ın 5 şubat 1887'deki intiharının yaklaşık bir ay sonrasında bir salgın hâline gelmiş olan kopya intiharları önlemek amacıyla bütün gazetelerin intihar haberleri vermesi yasaklanmış ve bu yasak altı ay kadar yürürlükte kalmıştır."güven güzeldere, "hayatla ölüm arasında..." (psikeart, 37),
Beşir Fuad’ı merak edenler, yakın arkadaşı Ahmet Mithat Efendi’nin onun hakkında kaleme aldığı “Beşir Fuat” adlı kitabı okuyabilirler. Ancak unutmadan belirteyim kitaptaki eski kelimeler için her sayfanın sonunda ufak bir sözlük kısmı var. Anlayacağınız milenyum çocukları için hızlı okunacak bir kitap değil.



Osmanlı’daki İntihar Salgını ve Werther Etkisi


Osmanlı’da kitleselleşen intihar vakaları Werther Etkisi’yle gerçekleşmiştir.Goethe’nin yazdığı Werther’in Acıları, Almanya’da intihar oranlarında sıçramaya yol açmıştır.2000’li yıllarda Murat Kekilli’nin “Bu akşam ölürüm” şarkısı da hiç beklenmedik şekilde intiharlara sebep vermiştir. O yıllarda biz bu şarkıyı tiye alıp eğlenirken intihar vakalarının bu şarkı doğrultusunda artması tuhaf ve alışılmadık bir durum olarak ortak hafızamızda yer almıştır. O dönemlerde konumlandırılamayan intiharların asıl sebebi tıpkı Osmanlı zamanında da olduğu gibi werther etkisidir. Bu da bize intihar denen belki de en bireysel karar ve eylemin, ironik şekilde toplumsal bir uzantı olduğunu gösterir. Bazı edebi eserlerde ölümün rasyonel bir tercih olarak ele alınması, kimi eserlerde ise kutsanması Werther Etkisi’ni devreye sokan yegane faktörler olmuştur. Nitekim Aokigahara ormanının yaşam sonlandırmak için bir tür merkez haline gelmesi de Seicho Matsumoto isimli yazarın 1960 yılında yazmış olduğu “Black Sea of Trees” adlı romanında 2 sevgilinin intihar yeri olarak seçmesi ardından  gerçekleşmiştir. Ayrıca  Wataru Tsurumui isimli bir yazarın The Complete Manual of Suicide ( İntihar el kitabı ) adlı metini de intihara meyilli olanlar için bu olguyu rasyonelleştirmiş ve itici bir güç halini almıştır. Ormanda intihar etmek için bulunacak insanları önleme adına alınan önlemlerden bir diğeri de uyarı levhalarıdır. Bu levhalar hayatın yaşamaya değer olduğunu anlatır. Ölümü bir çözüm olarak görülmesinin yanlışlığını izah eder. Japonya devleti bölgede bir intihar devriyesi de kurmuştur. Hatta bununla ilgili bir vice belgeseli de mevcut.



İzlediğiniz takdirde göreceksiniz ki,belgeseldeki görevlinin intihara karşı olarak, intihar olgusunu rasyonel şekilde tartışmaya açması da dikkat çekici. Aslına bakarsak Japonları intihara iten toplumsal psikolojik sebeplerle birlikte tarihlerinde şekil değiştirerek var olmuş ve genlerine işlemiş bir olgu. Tıpkı samurayların kadınları açık ve uzun saçlı olduklarında hor görmesinin yüzyıllar sonra Japon korku sinemasında kötülerin uzun ve pis saçlara sahip kadınlar olmasını gizlice tetiklemesi gibi. Harakiri ve Kamikaze de Japonlar için intiharın tarihsel süreçlerinden yalnızca ikisidir.

 


Japonların İntihar Tarihi





 

    Harakiri, Japonca’da karın ve deşmek kelimelerinden oluşan bir sözcüktür. Yaklaşık 1000 yıllık bir geçmişe sahip olan ve Japon toplumunca kutsallaştılmış, onurlu bir harekettir. Feodal Japonya’nın onura önem veren samuraylarınca, yenilgi alındığında yapılması gereken bir harekettir.Harakiri fiilen günümüze kadar ulaşmıştır. Her yıl devlet adamlarının kabahatları ardından harakiri yaptığı haberler karşımıza çıkmaktadır. Konuyla ilgili Seppuku / Harakiri (1962)" filmini izleyebilirsiniz. Harakiri gibi intiharı ve ölümü bir tür onur hareketi haline getiren ve normalleştiren diğer gelenek ise ikinci dünya savaşında, atom bombası atılana kadar damga vuran Kamikazedir.Kamikaze , tanrısal rüzgar anlamına gelen bir sözcüktür.Aslında kelimenin ilk kullanımı 13.yüzyıldaki Moğol istilasını ifade etmektedir.Cengiz Han’ın torunu Kubilay Japonya’ya Okyanus sularına dirençsiz gemilerle sefere çıktığında meydana gelen fırtına, tanrının rüzgarı tabirinin ilk çıkış noktası olmuştur. Kamikazenin ikinci bir anlam kazanması ise ikinci dünya savaşına rastlamıştır.Amerika’lıların üsleri Japon uçaklarının menzili dışında özellikle konumlandırılmıştır. Böylelikle devasa Japon Savaş filosunun saldırı yapmayacağı varsayılmıştır. Ancak Japon kültüründe esir düşmek ya da mağlubiyetle dönmek samuraylardan bu yana onur kırıcı bir davranış olarak kültürlerinde yerleşik bir hal almıştır.13 Ekim 1944’te yapılan ilk kamikaze saldırısı ardından Japon ordusunda kamikaze timi kurulmuştur.




  



    Kamikaze karşısında Amerika ilk etapta afallamıştır. Uçakları yok etmek tek çözüm olacağından Amerika ana üssü bombalama kararı almış, bu operasyon için özel uçaklar üretilmiş ve ada bu ağır bombardıman uçaklarıyla bombalanmıştır. Japonya teslim olmak zorunda kaldığında ise kamikaze operasyonlarının kumandanı ölen pilotların ailelerinden af dilemiş ve harakiri yaparak hayatını sonlandırmıştır. Harakirinin son hamlesini yapmayarak can çekişmesine yol açmış ve bu da tıpkı intihar kararı gibi bilinçli bir şekilde gerçekleşmiştir. Kamikaze ve harakiri ikinci dünya savaşı sırasında ve sonrasında tarihte hiç olmadığı kadar görülmüştür. Kara kuvvetleri de yenilgiler ardından hayatlarına son vermişler ve çok az sayıda canlı Japon rehineye rastlandığı tarih kayıtlarına geçmiştir. Kamikaze dünya savaşının genelinde çok ta başarılı olmasa da düşman gemileri başta olmak üzere çoğu türden birimlere ölümcül zararlar vermiştir. Tam bilinmemekle birlikte 4bine yakın kamikaze saldırısı olduğu söylenmektedir. Bu saldırılarda yer alan pilotlara dair bir ilginç nokta ise naif insanlar olmalarıdır. Kamikaze pilotları kendilerini şiirsel bir şekilde kiraz çiçeğine benzetirken bir diğer pilot tam çarpışma anında, kamikaze pilotlarının göreceği şeyin annelerinin suratı olduğunu söylemiştir. Sonuç olarak atom bombası ardından Godzilla filmleri yapan, samuray kültürünü özellikle 200lerin başlarına dek korku filmlerinde katarsis olarak sunan Japonların tarihinde intihar da hep olmuş ve ikinci dünya savaşı sırasında ilk kez kitlesel hale gelmiştir. Dolayısıyla tarihsel ve kültürel anlamda yoğun şekilde intiharla içiçe olmuş, kendini öldürmenin tanığı haline gelmiş toplumun, artan modernizm ve değişen toplumsal ilişkilerle tekrar intiharların çokça duyulduğu bir dönemin içerisinde olması da kaçınılmazdır.



 






9 Aralık 2018 Pazar

Noe'nin Son Cehennemi, Nietzsche, Climax

5 sayfalık senaryoyla yaratılan bir cehennem.Climax.





"Doğum ve ölüm olağanüstü tecrübelerdir. Yasam ise gelip geçici bir zevktir.”Climax doğum ve ölüm arasında geçen bir hayatın metaforunu bu sözlerle başlatıyor.Bu metaforik süreçte ayrıca Cennet, ve tanrıyı da karakterler üzerinden göstermeyi ihmal etmiyor. Nitekim cehennem için bir tanrıya ihtiyaç vardır. "

       Climax, 1996 Fransa’sındaki bir grup dansçının cehenneme dönüşen gecesini izletiyor.Gaspar Noe bir televizyon ekranından bize aktarılan oyuncu seçmeleriyle karakterlerini inşa etmeye başlıyor. O esnada TVnin yanında dizili duran VHS’lerde G. Noe’nin selam çaktığı filmleri görüyoruz.(Suspiria, Possesion’u, ve Endülüs köpeği ilk dikkatimi çekenler oldu). Tüm dizili VHS’lerin ortak noktası, kendi dönemlerinde hatta günümüzde dahi aşırı olarak görülmesi. Söz konusu G. Noe olunca bu durum pek şaşırtıcı değil. Ekrandan izlediğimiz soru cevap videosunda dansçıların her birinin kendi özelliklerine ve başına geleceklere dair ufak noktalar yakalamak mümkün oluyor. Cennete inanmak isteyen Omar’ın içerideki cehennem henüz alevlenirken dışarıdaki beyaz karlar altında donup ölecek olması tesadüf değil elbette. Film mekân bazında konuşursak tek mekandan ibaret. Dışarısı, insana hayatta kalma sansı bırakmayan adeta beyaz ve sonsuz bir düzlem gibi. Ancak içeride yaşanacaklarla oluşacak atmosfer dışarıyı cennet kılmak üzere.
    
     15 dakikalık muhteşem bir dans kareografisiyle hipnotik dünyaya ilk adımı atıyoruz. Ardından karakterlerin ani cutlarla kesilen diyaloglarını görüyoruz. Filmde bir de Tito adında ufak bir çocuk var ki, onu ilk gördüğümde başına gelebileceklerden endişelenmedim değil ancak filmin fiziksel şiddeti önceki Noe filmlerine kıyasla daha düşük. Tabi Noe tek mekâna kıstırdığı izleyiciyi yine estetik ve boğucu ışıklar, hareketli kamera ve alt üst edilen açılarla sıkıntıdan sıkıntıya sokmaktan vazgeçmiyor. Olayları izlerken adeta kameraya dönüşüyorsunuz. Aslında cehennemdeki tek ayık kişi sizken, dutch açılar alt üst hale gelen kamera hareketlerinden ve duraksız 360 derece dönüşlerin ardından bad trip’e kısmen ortak oluyorsunuz.



90’lar Fransa’sı, Güç İstenci ve Tanrı.




 

         



   Kaoreografilerde dansçıların ahenk yakalamış hareketlerini bir bütün gibi izliyoruz. Hepsi farklı zamanlarda solo danslarını sergiliyor yer yer diğerleri ani yükselişlerine basamak oluyor ancak sangriaya karışan lsd vücutlara da geçince çok renkli yapı kaosa zemin hazırlıyor. LSD etkisiyle ırkçılık gün yüzeyine çıkıyor. Irkcılıgın uzantısı olarak da Nietzsche’nin öne sürdüğü güç istenci ve aşırı tahakküm kurma arzusu ortaya çıkıyor. Güç istenci için Nietzsche şu sözleri söylemiş;"Nerede canlı gördümse ben, orada kudret idaresi gördüm; uşağın iradesinde bile efendi olma iradesi gördüm. daha güçlüye kendi iradesi kandırır zayıfı hizmet etmeye, daha zayıflara efendilik etmek istediğinden bu irade: tek hazdır bu onun vazgeçmek istemeyeceği. ve küçük nasıl baş eğerse büyüğe, en küçüğün tepesinde keyif sürebilip hükmedebilsin diye, en küçük de öyle baş eğer ve tehlikeye hayatını kudret uğruna." Hepimize tanıdık gelmiş olmalı. Climax’e dönecek olursak ahenkten cehenneme yol alınırken oradaki kısmi otorite olarak karşımıza çıkan Daddy(baba) karakteri bir tanrı metaforu olarak tüm yardım çağrılarına kayıtsız kalıyor. Karnında bir bebek olduğuna kimseyi inandıramayıp linç edilen karakter ise direkt olarak bir Meryem ana gibi aktarılıyor. Daddy (tanrı ) Filmin son kısımlarında da tüm arzuları kayıtsız kalan gay çocuğu şevkatle sevmesi de metaforun diğer bir uzantısı olarak izleyiciye sunuluyor.Dans temelli bir Gaspar Noe filmi fikrini duyduğumda dans yönü tamamen raydan çıkmışlıkla eşdeğer bir şeyler izleyeceğiz diye düşünürken, enfes kareografiler üzerinden karakterlerini ve cehennemini başarılı şekilde inşa ettiğini keyifle izledim. Özellikle cehennemin climax noktasında ufaklık Tito’nun bozduğu sigorta yüzünden tamamen kırmızıya dönen ışıklar,tamamen ters ve durmak bilmeyen kamera ve tüm eklemlerinin sınırlarını zorlayan dansçının LSD ardından kemiklerini kıra kıra dans ettiği anlar gerçekten dansla yaratılan bu cehennemın zırvesiydi. Bence Climax’i izleyin.








26 Kasım 2018 Pazartesi

Yavuz Turgul, Türk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni…


Bir cümleyle yaşadığı toprakların halkını, insanların hayatlarındaki psikolojik gelgitleri, değişimin getirdiği gündelik zorlukları bizlere aktarabilen yönetmendir. Filmlerinde çoğu zaman sembollere yerleştirilmiş eleştiriler görülür. Bence, Yavuz Turgul’u bu aşamaya yaşadığı ülkenin değişimi getirmiştir. Arzu filmde çalıştığı dönemde ticari amaçlı komedi filmleri yazsa da bu filmler de hafızlarda yer edinmiş önemli filmlerdir. Benim gözümde çok iyi bir gözlemcidir. Gerçek anlamda yaşayan ve yaşadığı zamanı iyi değerlendiren bir yazardır. Filmlerindeki diyalogların hayattan koparılmış bir sayfa gibi gerçekçi olması, söylemek istediklerini göze sokmamak adına belirli yöntemlerle filmlerindeki sembollere yerleştirmesi beni her zaman etkilemiştir. Züğürt Ağa’da insanlık, hak ve hiyerarşi harika bir biçimde işlenmiştir. Bir ağanın gerçek anlamda ağa olması için elinde güç yani maddiyat olması gereklidir. Bu ağa soylu aileden gelen biri de olabilir sadece zengin olduğu için de ağa olmuş olabilir. Köydeki her insan ve o insanların kazancının bir kısmı onundur. Maddiyattan ziyade, önce insanlardan düşünme yetisini alır. Sonra haklarını daha da daraltarak seçme özgürlüğünü de kısıtlar. Hatta köyden çıkmak için ağadan vize çıkması bile zorunludur. Esprili bir deyiş oldu ama Yaşar Kemal’in İnce Memed romanında da bu ayrıntılı şekilde anlatılmaktadır. Köyden ağanın izni olmadan çıkıldığında suç sayılmaktadır. Belki de ağa insanları kendi malı olarak gördüğü için insanların gözlerini sıkı sıkı kapatmak ve kulaklarını tıkamak ister. Eğer insanlar; hak, özgürlük, sömürü ve kişisel mülkiyet gibi kavramları öğrenirse, onun boyunduruğu altında kalmayacaklardır. Bu yüzden insanların fikir üretmek yerine tahıl üretmesi daha doğrudur. Bunun sonucunda şehre inmek ağa için sıkıntı getirir. Şehir demek farklı görüşlerin olduğunu görmek demektir. Çalıştığının kendine kaldığını sandığın ama aslında onu sana zorla fazla para harcatan bir mekanizmadır. Ağanın kısıtladığı köyden çıkma olayını bu defa çalıştığın yerlerdeki saat kısıtlamasıyla yaşarsın. Belki de kapitalizm tüm insanların ağasıdır. Çalıştırır, kısıtlar, zamanını alır, aldığı zamandan daha az ücret öder, emeğini kullanarak kendini geliştirir. Yavuz Turgul da bunu fark etmiş bir yönetmendir ve bu konuyu filmlerinde alttan altta işler. Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni filminde, sinema sektöründe aşk filmleriyle ünlü olan Haşmet Asilkan karakterini canlandırır Şener Şen. Yaptığı filmlerin dışına çıkarak toplumsal konuları ele aldığı bir senaryo yazar. Fakat senaryoyu okumadan önce ona gülen yüzler, senaryoyu okuduktan sonra kapıyı yüzüne kapatır. Çünkü gerçekleri yansıtan, toplumu topluma anlatacak bir film kar amacı güdülerek yapılamayacaktır. Zorluklarla kendine yapımcı olacak birini bulur fakat film asla istediği gibi gitmez. Sürekli önüne engeller çıkar. Giderek bu işi bir inada bindirir ve filmi öyle böyle bitirir. Ama çoğu zaman karakterinden ödün vermesi gerekmiştir. Film beğenilmez. Evinde eski yapıtlarının kamera filmlerini dağıtarak sinir krizi geçirir. Bu aslında birikmişliğin getirdiği bir içsel boşalmadır. Yani yine kısıtlanan bir yaşam izleriz. Sonuç hep aynıdır. Siteme yenilen karakterler… Eşkıya bunlardan ayrılsa da onu da bu kategoriye yerleştirmek mümkündür. Sonunda düşüş vardır. İnsanlık alçalıyor içinde bulduğu bu sistem yine göklere çıkıyordur. İnsanlık aslında kendi kendinin sonunu getiriyordur. Yavuz Turgul bunları işlerken karamsar bir dil yerine karma bir dil tercih etmiştir. Çeşitli kısımlara güldürüler de eklemiştir. Onun filmlerinde sıkıldığımı hatırlamıyorum. Tersine heyecanlandığımı ve üzüldüğümü hatırlıyorum. Hele de Gönül Yarası filminde beni derinden etkileyen müzikler ve oyunculuklar olmuştur. Meltem Cumbul ve Şener Şen’in yanı sıra Timuçin Esen’in de yer aldığı bu filmi izlemenizi tavsiye ederek noktayı koyuyorum.