17 Kasım 2019 Pazar

Şirketlerin Devletleri Yutması





" Derin uzay araştırmaları hızlanarak arttığında her şeyin adını şirketler koyacak. İBM yıldız çekirdeği, Microsoft galaksisi, Starbucks gezegeni". Chuck Palahnuik - Fight Club

Küreselleşmenin en büyük sonuçlarından birisi de şirketlerin devasa hacimlere ulaşması. Bununla birlikte ilk kez Marshall Mcluhan tarafından ortaya atılan “Global köy” kavramı da küreselleşmeyle oldukça ilintili. 


Global Köy 





İletişim Kuramcısı M. Mcluhan’ın tarafından ortaya konan bir kavramdır. Mcluhan’ın öne sürdüğü düşünceler iletişim biçimleri ve teknoloji temelliydi. Ünlü kuramcıya göre teknoloji gitgide bireyin hayatında yer tutmaktadır. Artan teknolojik etkileşim de bireyi eskiden farklı bir noktaya taşımaktadır. Birçok kavram ve yaşayış biçimi değişmektedir. Yazılı kültür insanları bireyselleştirmiş olsa da yerini sözel ve görsel kültüre bırakacaktır.Sözel ve Görsel kültürün tamamen kitle iletişim araçlarıyla inşa edildiği zamanlar da geri de kalmaktadır. İnternet ve sosyal medya, bireyin doğrudan kendini temsil etme hakkını sağlamıştır. Bireyselliği arttıran tüm gelişmeler sonucunda ulus devlet yapıları gitgide çözülme yaşayacaktır. Bu durum da yerküredeki insanları global köy sakinleri kılmaktadır. Mcluhan’ın elektronik çağ adını verdiği evrede bireysellikle birlikte bilinç de artmaya devam edecektir.

Apple vs FBİ 




İlk kez 17. Yüzyılda rastlanılan bu durum 21. Yüzyılda daha global örneklerle karşımıza çıkmakta.  1600’lerin Avrupa ülkeleri, ticari şirketlerle sömürge faaliyetlerine devam ederken yeni ülkeler kurulmasına ön ayak olacak boyutlarda artan zenginleşme, dönem devletlerinden büyük ordulara sahip şirketleri ortaya çıkartmıştır. Merak edenler “dutch west india company” şeklinde aratarak konuyu araştırabilirler.

    Günümüze baktığımızdaysa İngiliz Sivil Toplum Örgütü’nün yayınladığı bir rapora göre 10 küresel şirketin çoğunun ciro bazında pekçok devleti sollamış vaziyette. Shell ve Apple’ın cirosu 180 fakir ülkenin bütçesinden fazla. Bilindiği üzere Apple yaklaşık 250 milyar dolar nakit paraya sahip. Bir diğer dikkat çekici olay da Apple’ın FBİ’ın kişsel verileri isteme talebine karşı negatif cevap vermesi. 2016’da yaşanan olay FBİ ve Apple’ın davalık olması ve davanın Apple lehine karara bağlanmasıyla sonuçlanmıştı. Bu gelişmeler de Ridley Scott tarafından çekilen Apple’ın ilk reklam filmini manidar şekilde hatırlatmakta. Orwell’in 1984’ü temalı reklam filmi




Çok uluslu şirketlerin devletlerden büyük konuma gelmesi ve küresel bazda organizasyonların en yerel noktalara dahi ulaşmaya başladığı bir noktada ulusalcılık bir çözüm olmamakla birlikte önemini de yitirmektedir. Marshall Mcluhan’ın işaret ettiği milliyetçiliğin düşüşü de Dünya’da son peak noktasına ulaşmakla birlikte kaçınılmaz biçimde yaklaşmaktadır. Aptal bir nesil olarak görülen Z kuşağı da ortaya konan özellikleriyle birlikte milliyetçilik ve ulusalcılıktan uzak, kendiliğinden teslimiyetçi ve gelenekle bağları bozuk özellikler gösterecektir. Bu yazının devamını kripto para çevresinde yazacağım. Bu arada Trump azledilmezse muhtemel rakibi Michale R. Bloomberg olacak. Bloomberg'in de ceosu olan Michale R. Trump karşıtı kampanya yapmak adına 100 milyon dolarlık ilk reklam bütçesini ayırmış vaziyette. Dolayısıyla muhtemelen iki iş adamı arasında geçecek bir başkanlık yarışı gelecek gibi.

10 Mart 2019 Pazar

1970’lerde Almanya ve Yeni Alman Sineması


1970’lerde Almanya ve Yeni Alman Sineması


 Batı Almanya (Almanya Federal Cumhuriyeti), II. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD, Fransa ve Birleşik Krallık kontrolü altında kurulmuş bir devlettir. (Wikipedia) Almanya’nın iki blok halinde ayrılması ile ülke Batı ve Doğu adlarına sahip iki kısma bölünmek durumunda kalır. 1961’de Doğu Almanya’nın kararı ile inşa edilmeye başlanan Berlin Duvarı, Batı Almanya tarafından “Utanç Duvarı” olarak adlandırılır. Soğuk Savaş’ın sembolü olabilecek nitelikteki bu duvar, Doğu Almanya vatandaşlarının Batı Almanya’ya kaçmak istemesi sonucunda bir önlem amacıyla inşa edilmiştir. İnsanların kaçmak isteme nedenleri arasında Batı bloğunda ekonomik rahatlık olduğunu düşünmeleri ve akrabaları ile görüşmek istemeleri yer alıyordu. Bundan sadece 8 yıl sonra, 1969’da Sosyal Demokrat Parti ve Hür Demokrat Parti koalisyon hükümeti kurdu ve Willy Brandt Başbakan oldu. Bu seçimlerden sonra Almanya, sosyalist ülkelerle olan sınırını yumuşatma kararı aldı. 1970 yılında SSCB (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ) ve Polonya ile görüşmeler başlatıldı. 1973 yılında iki Almanya hükümeti de Birleşmiş Milletler’e üye oldu. Fakat 1974’te Willy Brandt Başbakanlıktan istifa etti ve yerine Maliye Bakanı Helmut Schmidt geldi. (Wikipedia) Yeni Başbakan halkın kafasını karıştıracak değişimler yaparak sosyalist ülkelerle olan dış politikanın Batı ülkelerine çevrilmesine neden oldu. Bundan sonra -1977’de- halkta ayaklanmalar başladı. Sol görüşlü ayaklanmalar, halka zarar verecek boyuta ulaştığı için terörist eylemler olarak anılmaya başladı.

 Baader-Meinhof Grubu (veya Çetesi) bu eylemlerden sorumluydu. Kızıl Ordu Fraksiyonu olarak anılan ve kendilerine şehir gerillası diyen bu grup, hükümeti Nazi Hükümeti’nin devamı olarak gördükleri için karşı durmak istemişlerdi. Alman Sonbaharı adındaki ulusal krize yol açan eylemlere karışmışlardı.




Örgütün üyeleri:
  •  Andreas Baader. 
  •  Gudrun Ensslin. 
  •  Ulrike Meinhof. 
  •  Holger Meins. 
  •  Jan Carl Raspe. 
  •  Horst Mahler. 
  •  Irmgard Moeller. 
  •  Brigitte Mohnhaupt vs. 
Ulrike Meinhof

 Grubun üyelerinden biri Ulrike Meinhof, gazeteci bir kadındı. Konkret adlı politik dergide onlar hakkında pek çok yakınlık belirten yazılar yazdı. Yeni Sol öğrenci hareketi, Bild-Zeitung[1] gazetesinin “Dutschke'yi artık durdurun!” gibi manşetlerini dikkate alıyordu. Gazeteye göre başından vurulan Dutschke[2] bu cinayetin azmettiricisiydi. Bu nedenle Bild Zeitung'un yayımcısı Axel Springer'in şirketi de tüm muhafazakâr basın da, solcu protestocuların yeni hedefi haline geldi. (Wikipedia) Daha sonra ülkede bir banka soygunu oldu ve delil olmadığı halde gazeteler suçu çeteye attı. İşte Heinrich Böll de bundan sonra yazdığı Der Spiegel’deki bir makalesinde, gazetelerin bu tavrını kınadı. Bundan sonra gazetelerin, isimsiz arayarak taciz eden halkın ve nefret sözleri içeren postaların asıl hedefi oldu. Solcu örgütü kınayan halk, yandaş bildiği Böll’ü de kınadı. Nobel ödüllü sanatçının ödülüne dahi sözlü saldırılar durmadı. Yazar Böll bu durumu, yaşadıklarını en iyi ifade edebildiği şekliyle, yazarlığı ile Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru’nda kınadı. Bu, tüm etik olmayan haber yayıncısı Alman gazetecilerinin insan hayatına müdahalesi ve halkı devlet organlarıyla işbirliği içerisinde manipüle etme tekniklerini konu alan bir hiciv romanıydı. Daha sonra Volker Schlöndorff ve eşi Margarethe von Trotta bu romanı filme uyarladı.


Volker Schlöndorff ve eşi Margarethe von Trotta
 Alman Sineması sanatçıları; zor şartlar altında sanat icra eden birçok yazar ve yönetmenin gerçekçi tutumu sayesinde, filmlerine yaşanan haksızlıkları taşıyordu. Bu da Yeni Alman Sineması akımının doğmasını sağladı. Bu sinema akımı Fransız Yeni Dalgası ve İngiltere’de doğan Özgür Sinema akımlarından etkilenerek doğdu. Fakat bu iki akım da politik kaygısı az olan akımlardı. Almanya’nın 1960 ve 1970 yılları arasında yaşadığı birçok siyasi değişim ve eylemlerin sonucunun sanata yansıması da politik sinema akımı olarak görülebilecek bir anlayışın köklerini atmıştı. Yeni Alman Sineması yeni bir estetik anlayış ve aynı zamanda endüstrinin gereklerini dikkate alan toplumsal-eleştirel filmler dizisi ortaya çıkarmaya odaklandı. (Hayward, 2012, s. 38) Toplumsal gerçekçi filmlerin isminde de yer alan özelliği toplumların bu filmlerin konularını yaratmasıdır.

 Akımın başlangıcını 1962 olarak kabul ediyorsak, politik bağlamda, 1961' de, büyük bir şehri iki ideolojik gerçekçiliğe bölen (kapitalist ve komünist) ve daha önce Almanya' da var olan bir gerçek bölünmeyi (Batı ve Doğu) etkili bir şekilde gösteren Berlin Duvarı'nın inşa edildiğini hatırlamalıyız. (Hayward, 2012, s. 38) Akımın etkisini yitirmesi ise televizyonun yaygınlaşması ve sistemin maddi açıdan sanatçılara zorluk çıkarması ile oldu.

Akımın önde gelen isimleri:

  • Rainer Wemer Fassbinder 
  • Wim Wenders 
  • Wemer Herzog 
  • Volker Schlöndorff 
  • Hans Jürgen Syberg 
  • Alexander Kluge 
  • Jean-Marie Straub 

Batı Almanya’da her ne kadar önemsenmese veya göz ardı edilse de (sinema tarihçileri tarafından), bir kadın sinemacı topluluğu da vardı. Kadın sinemacılar da toplumsal olarak yasaklı olan birçok haklarını ve feminist bakış açılarını bu filmlerle yansıttı. Almanya’da 1918’de seçme ve seçilme hakkı için mücadele eden kadınların bir sonraki aşamaları kısıtlanan ve cinsiyet ayrımcılığına giden konularda 1970 senesinde başlayarak seslerini duyurmak istemesi oldu. Bunu farklı alanlarda çalışmalar yaparak mücadele haline getiren kadınlar, sinemada da daha çok görülmeye başladı. Her ne kadar sinema eğitimi almaları zor olsa ve bu eğitimler özellikle kadınlara yetersiz şekilde verilse de 56 kadın yönetmen Batı Berlin film oluşumunda yer aldı. Kısa filmler, deneysel videolar veya uzun metraj kurmacalar çekerek varlıklarını sanat alanında yaygınlaştırdılar.

Önde gelen isimler:

  • Jutta Bruchner 
  • Margarethe von Trotta 
  • Doris Dörrie 
  • Helke Sander 
  • Helma Sanders-Brahrns



Margarethe von Trotta



 Onların 1970'lerdeki filmlerinde (Batı Almanya' da yasak olan) kürtaj, ev-içi şiddet, 1950'lerdeki Adenauer dönemindeki ekonomik mucize ile ilgili mit, çalışma koşullan ve toplumsal değişim olasılığı gibi gerçek-hayattan konular işlenmekteydi. (Hayward, 2012, s. 42)
 Bu bağlamda, toplumsal politik konulara önem veren Volker Schlöndorff ve eşi Margarethe von Trotta için biçilmiş kaftan olan Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru kitabı sinemaya başarılı bir uyarlama olarak aktarılabilmiştir.


[1] Bild, tabloid formatta günlük çıkan bir Alman gazetesidir.
[2] Alfred Willi Rudi Dutschke, Alman Marksist, sosyolog. 1960'lı yılların öğrenci hareketlerinde Almanya'nın en tanınmış lideri olarak kabul edilir.

3 Mart 2019 Pazar

Çocukluk Kabusum, Bir Korku Kültü Suspiria (1979)

"Suzy,Do You Know Anything About Witches?




 Korku filmlerini bugün zevkle izliyor olmamdaki en büyük etken, Ailecek toplandığımız tv karşısında korku filmleri başladığında odama gönderilmek istememdi.Ailemin korumacı tavrı ben de o zamanlar aksi yönde temeller atmıştı.Çocukken sürekli büyüklerin dediklerini yapmak durumunda olmak ve kısıtlı bir yaşam alanımın olması zaten canımı sıkan bir durumdu.İlkokula başladığımda da başka bır kurallar sılsılesıne gırecegımın,bana alınan sayısız cıkolataya rağmen farkındaydım ancak en azından sınırlarım genıslıyordu.İlk gün ağlamayıp saksı gibi durduğumu anımsıyorum.Cocuklugun katı sınırlarından suspiriaya gelecek olursak, anne ve babamın beni filmlerden koruyucu tutumu ben de korku filmlerine olan merakı daha da arttırdığı gibi bilinmez hale getirip o filmlere cazibe de kattı.Trainspotting’deki alıntı gibi, "C vitamini yasa dışı olsaydı, onu da kullanırdık.". Tabi filmlere cazibe katıp daha da onları izlememi sağlayan bu durum çocukluğumda evin karanlık koridorunu rekor hızda gidip gelmeye çalışmama da sebep olmuştu.Korkunun bir tür isyan olduğunu aslında biraz büyüdükçe anlamaya başlamıştım.İzlememin yasak olduğu filmlerden gördüğüm her sahnede aklıma kazınmıştı.Ancak tuhaf bir durum var ki, Suspiria’yı çocukken uzun uzun izlememe rağmen yıllar sonra tekrar izlediğimde anladım ki aklımda kalmamış.Suspiria en sevdiğim film olmuş ve hala tüylerimi ürpertecek kadar beni etkilemişken hiç hatırlamamam sanırım ne denli korkup beynimin onu sildiğinin bir işareti olmalı.
Giallo başta olmak üzere korku sinemasının kült yönetmeni Dario Argento tarafından 1977 yılında çekilen Suspiria döneminde çok ses getiren ve günümüzde başyapıt halini alan özel bir film. Suspiria’nın senaryosu, oyuncu Daria Nicolodi’nin çocukken büyükannesinden dinlediği kara büyü ve cadı masallarından Dario Argento ile birlikte yola çıkmalarıyla yazılmıştır. Suspiria, Amerika’dan bale eğitimi almak üzere Almanya’da prestijli bir dans okuluna gelen Suzy Banyon’un hikayesini ele alır.Film daha ilk sahnelerinden itibaren izleyicisine güvensizlik hissini verir.Suzy’nin havalimanında çıktığı anda artık farklı bir Dünya’da olduğu,fırtınalı atmosfer ve radikal derecedeki kırmızı ve mavi ışıkların kullanımıyla izleyicinin hislerine doğrudan aktarılır.Tehlike ve güvensizlik adeta sinematografiyle sessizce izleyiciye işler. Susy okula geldiğinde ise huzursuzluk daha da yoğunlaşır.Gotik bina çok ta uzaktan olmayan çekimlerle,kırmızının hakim olduğu renkleriyle Susy’yi içine çekmek uzere bekleyen bir kapan gibidir ve sanki olacakların habercisi bir tabela halini alır.Ancak bir yandan da oldukça estetiktir ve bu durum Dario Argento sinemasında merkeze yakın noktalarda konumlanan bir niteliktir.Katillerin fetiş giyim stillerinden, ışıklara kadar filmlerinde daima korku ve şiddet yakın çekimlerle estetize edilir.Suspirianın yüksek kontrastlı yapısının,ışıklarının bir sebebi de technicolor olarak çekilmesi ve üzerinde iyi uğraşılmasıdır.Filmin sinematografik oluşumunu merak edeler bu yazıyı okuyabilirler. https://ascmag.com/articles/suspiria-terror-in-technicolor


Yakın çekimlerle Susy’nin serüveni işlenirken bazı yerlerde de uzak çekimler çaresizliği aktarmada başarılı olmuştur.Kör piyanistin ölümü sırasında kamera Berlin meydanını oldukça uzaktan çekmektedir ve bomboş meydandaki kör bir adamın bir tür bilinmez düşmana olan direnme çabası da etkileyicidir.Dario Argento Suspiria’da da sanatsal objeleri sinemasına taşımaktan geridurmaz.Tıpkı 1970 yapımı L'uccello dalle piume di cristallo (Kristal kanatlı kuş) filminde yaptığı gibi heyklellere özellikle yer verir.Filmde etkileyiciliğe etki eden bir diğer faktör ise müziktir.Işıklar kamera hareketleri,rüzgar sesleri ve müzik ahenkle ürkütücü bir senfoni halini alır.

Film bugün bile cesur tavrıyla anılırken, Dario Argento arzuladığı kadar cüretkar davranmamıştır.Aslında okuldaki öğrencileri canlandıran oyuncuların çok daha küçük yaşlarda castlardan seçilmesini istemiş ancak vazgeçilmiştir.Ardındanbinalar ve iç mekan oldukça heybetli inşa edilmiş ve en azından oyuncuları ufaltıcı bir etki sağlaması istenmiştir.Tellerle dolu odaya düşüp ölme sahnesi,okulun içinde asılan kız ve ustura sahneleri oldukça akılda kalıcı ve dönemine göre cesur sahneler olmuştur.Öyle ki ilk kez usturayla tıraş olacakken aklıma gelen tek şey Suspiria'ydı

17 Şubat 2019 Pazar

Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru/Film Analizi


Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru

Soldaki, çete üyesi Ludwig Gotten.
 Film, gözlem yapan kameralı bir adamın, bulunduğu vapura başka bir vapurdan gelen adamı takip etmesiyle başlar. Takip ettiği kişiyi tüm gün izler. Aynı zamanda kamerası ile kayıt tutar. Takip ettiği adamın adı Ludwig Gotten’dir. Almanya’da 1970’lerdeki Baader-Meinhof çetesinin bir üyesi olduğunu düşündükleri kişinin peşine polisin adamı olan Arap görünümde biri takılır. Ludwig’in gittiği festival kutlamasında tanıştığı kızlar, Ludwig ve Arap adam ile arkadaşlık kurar. Onları “Rahibe” lakabını taktıkları kuzenleri Katharina Blum’un da bulunduğu bir partiye götürürler. Katharina ve Ludwig birbiri ile dans eder ve birbirlerinden hoşlanırlar. Bu durumu gören polisin adamı, onları aynı örgüte mensup sanır ve üzerinde bulunan mikrofon ile bunları teşkilata bildirir. Daha sonra Katharina Ludwig ile bir gece geçirir. Katharina’nın eve Ludwig ile birlikte girdiğine dair video kaydına sahip olan polisler, sabah Katharina’nın dairesine baskın düzenlerler. Katharina evde tek başınadır. Üzerinde sadece bornozu vardır. Polis Katharina’yı aşağılamak için argo bir sözcükle birlikte olup olmadıklarını sorar. Katharina’nın gülümseyerek: “Ben o sözcüğü kullanmazdım.” demesi polisi sinirlendirir. Kadının bu kadar açık sözlü olması bir erkeği kızdırmıştır. Polisler tüm gece evi gözetlediklerinden dolayı Ludwig’i, Katharina’nın sakladığına eminlerdir. Bir başka polisin Katharina’nın üzerinde sadece bornoz olduğu için onu aşağılayarak ve yarı çıplak şekilde kendisini sergilememesi gerektiğini söylemesi ise kadın giyimine belli kurallar koyan erkeğin ufak bir temsilini içerir. Oysa Katharina evindedir. Bu yüzden “Kendimi sergilemiyorum, evimdeyim.” der. Polis ile anlaşmazlık gösteren sert ve alaycı cümleler kurmak zorunda bırakılır. Polisler Katharina’nın kitaplığındaki bir polisiye romanın içinde not bulur. “Ben kötü, vicdansız, ateist bir adamım. Ama para saygındır, ona sahip olan da. Paranın ilahi gücü, insanoğlunun yabancılaşmış, yabancılaşan ve yabancılaştıran özünde bulunur. İnsanoğlunun yabancılaşmış mülkiyetidir.” yazan not polislerin hiç hoşuna gitmez. Bunu kaçan Ludwig’in yazdığını düşünürler ve notu yazanın mutlaka suçlu biri olması gerektiğini söylerler. Katharina şaşırır ve bu yazanların Karl Marx’ın sözleri olduğunu söyler. Burada Katharina’nın görüşünün Marksist olabileceğinin vurgulanmasını ilk defa görürüz. Daha sonra Katharina binasından dışarı çıkarılır. Bu sırada basın da oradadır. Katharina yüzünü gizlemek ister ama polisler zorla –saçından tutarak- yüzünü açık tutarlar ve ifşa ederler. Polis: “Basının görevini yerine getirmesine izin verilmelidir.” der. Yani devlet-medya arasındaki bağ kuvvetlidir ve devlet ideolojisine karşıt olduğu düşünülen herhangi birinin basın tarafından açık edilmesi desteklenir, hatta basına yardım edilir. Ayrıca elinde Katharina hakkında terörist olduğunu kanıtlayan bir belge olmamasına rağmen savcı, basın için şu cümleleri kurar: “İnsan yaşamına saygı göstermeyen, soğukkanlılıkla hareket eden birkaç teröristle uğraşıyoruz.” Aslında insan yaşamına saygı göstermeyenler onlardır. Yüzünü göstermek istemeyen bir kadını saçlarından tutarak kameralara göstermek son derece çizgiyi aştıkları hareketlerden biridir.

Katharina Blum, sorguya çekiliyor.

 İlk sorgusunun ardından yemek yemeyi de reddeden Katharina, kendi isteği ile hücreye götürülür. Bu sırada olayın peşine düşmüş bir gazeteci vardır. Tötges, bu olayı Katharina’nın geçmişini irdeleyerek aydınlatmaya çalışır. Ama olayı aydınlatmak yerine bir kadının hayatını karartır. Yalan yanlış haberler ve değiştirilmiş röportaj cümleleri ile saf ve temiz olan Katharina’yı halkın gözünde iğrenç bir vatan hainine dönüştürür. Konuştuğu her insan Katharina hakkında olumlu cümleler kurar. Tötges ise tüm bu olumlu sıfatları olumsuz olarak çevirir. Tek yapmak istediği sarsıcı bir olay yaratmak ve bu olayı büyüterek karakteri toplumun gözünde kötüleyerek geliştirmektir. Daha çok okunmak ve daha zengin olmak için yaptığı yalan haberlerden sadece biridir bu.  O sırada yanındaki foto muhabir ise onun ve görüştüğü kişilerin her anını belgelemektedir. Gazeteciliğin sınırlarını aştığı ve hayatlara müdahale ettiği görülmektedir. Bu belgelediklerini ise delil olabilmesi açısından polisle paylaşmaktadırlar. İlk olarak Katharina’nın annesini arar. Annesi, kocası savaşta ölen ve oğlu hapiste olan bir kadındır. Hastanede yatıyordur. Daha sonra Katharina’nın gittiği kiliseye, hizmetçilik yaptığı sırada onu tanıyan kişilere ve eski kocasına ulaşır. Katharina’nın ahlaklı biri olduğu görülse de haberlerde tam tersi yazar. Hatta görüşülen kişilerden eski kocası olan kişinin sözlerine ideolojik yerleştirmeler yapılır. Yandaş medyanın kendi çıkarlarına göre haberleri şekillendirebildiği vurgulanır. Bu nedenle daha sonra Katharina –tıpkı filmin uyarlandığı kitabın yazarı Heinrich Böll gibi- nefret içerikli postalar ve telefonlar alır. Gazeteciler topladıkları tüm bilgileri polis teşkilatına ulaştırırlar.

Gazeteci Tötges, Polise bilgi aktarıyor.
 Katharina’yı kırmızı kapıları olan beyaz bir odada bekletirler. Katharina bir kapıyı açtığında içeride kılık değiştiren insanlar görür. Gizli polisler hazırlık yapıyordur. Daha sonra Katharina ikinci kez sorguya alınır. İki yıldır ziyaretine gelen bir erkek olduğunu bulurlar. Daha doğrusu bunu Tötges’ten öğrenirler. Onu bu defa ahlak konusunda yargılamaya çalışırlar. Savcı, Blum’un evinde buldukları 8-10 bin mark değerindeki yüzüğü gösterip para sağlamak amacıyla erkeklerle ilişki kurduğunu ima eder. Katharina tüm bunlardan sonra sarsılır ve hücresine dönmek ister. Kapalı bir alanda yalnız kalmanın aşağılanmaktan daha iyi olabileceğini düşünmüştür.
1970’lerde Almanya’nın kadın haklarına bakışı açısından düşünüldüğünde; Katharina’nın sorgulandığı konular terör eylemleri merkezli olmaktan çok özel hayatla ilgili olmaya başlamıştır. Bu konuların değişimi, kadınlar üzerinde baskı kurmaya çalışan erkek egemen toplumu görebilmek açısından önemlidir. Yönetmenlerden birinin de Batı Berlin film oluşumunda yer alan Margarethe von Trotta olduğunu hatırlamakta fayda var. Bir kadın yönetmen bakış açısının filmde etkisini sürdürdüğü söylenebilir. Katharina’nın karakolda kalmasından ziyade evine gönderilmesi uygun görülür. Telefonları dinlenir ve takip edilir.
 Katharina eve gittiğinde ilk işi duş alarak tüm bu kötülüklerden arınmak olmuştur. Devletin ve medyanın elbirliği ile lekelemeye çalıştıkları yüzüne, uzun uzun su tutar.  Önce evini toplamaya çalışır. İşlerin düzeleceğine dair umutları vardır. İlerleyen sahnelerde ise haksızca hayatının her detayına inen polis onu çileden çıkarır. Şimdi düzenlemeye uğraştığı –polisin baskın ve arama sırasında mahvettiği- evini ileride kendi elleriyle dağıtacaktır. Polis ve medyanın istediklerinde bir hayatı ne kadar çökertebileceklerini ve bireyin umutlarını tükendirebileceklerini anlamaktayız.
Katharina bir gün kiliseye gider. Orada iki yıldır onu ziyaret eden kişi yani sevgilisi vardır. Sevgilisi Alois film boyunca Katharina ile olan ilişkisini gizlemeye çalışır. Alois’in kimliğini gizleme nedeni üniversite profesörü, parti sorumlusu ve evli olmasıdır. Adam başta duygusal bir konuşma yapar ama sonra anahtarları Katharina’dan ister. Başta neyin anahtarı olduğunu anlamadığımız bu anahtarlar yazlık sayılabilecek bir evin anahtarlarıdır. Katharina geçmişte sevgilisinin zorlamasıyla kabul ettiği anahtarları vermez ve gider.  Bu sırada olanları yüzlerini gazete ile kapatmış polisler izlemektedir. Bu, medyanın arkasına sığınarak ideolojilerini halka ileten polislerin veya devlet organlarının sembolüdür.
Tötges, Katharina'nın annesini sorguluyor.
 Bunlar olurken Tötges, Katharina’nın annesini yoğun bakımda olmasına rağmen içeri sızarak soru yağmuruna tutar. Kadın sadece: “Neden?” diye sorar. Tötges ısrar ettikçe kadının neden diye sorması, “Neden bu kadar gaddarca yalan söylüyorsunuz?” anlamındadır. Tötges yoğun bakıma girmesi yasak olduğu halde girmiştir. Kuralları çiğnemiştir ve gazetesindeki yazılarında bunun tam tersi olarak, kuralcı bir izlenim bırakmaya çalışmıştır. Katharina için yazdıklarından daha fazlası onun asıl kimliğini oluşturmaktadır. Ama o bir kurban seçip o kurbanın hakkında iftiralarda bulunarak kendi kimliğini gizlemektedir.
 Tötges, yine polise bilgi aktarır. Katharina’yı çok iyi tanıyan Else Woltersheim adındaki kadının evlilik dışı olması ve babasının 1932’de Sovyet Rusya’ya göç eden bir komünist olması onu gazeteci ve polisler tarafından güvenilmez kılmıştır. Daha sonra polis ile görüşen Woltersheim, Katharina’yı Zeitung[1] adlı gazetenin psikolojik olarak çok kötü etkilediğine vurgu yapınca polis, gazete ile ilişkileri olmadığını söyler. Oysaki gazete ile işbirliği içerisinde hareket eden bir yapıdadırlar. Ayrıca polislerden bir diğeri, basın özgürlüğünün hafife alınamayacağını söyler. Basın özgürlüğü adı altında kendi baskı aygıtı olarak kullandıkları medyayı özgürlük kelimesi ile savunmaya çalışırlar.  Fakat bu, özgürlükten ziyade onların halk ile bağlantı kurabildikleri bir kitle iletişim aracını kendi çıkarları doğrultusunda etki altına almalarıdır. Bu yüzden özgür basın imajı oluşturarak soruşturmalarını detaylandırmak ve karşıt ideolojilerini çürütmek doğrultusunda gazeteleri savunmak durumunda kalırlar. Ayrıca bir devletin kendinden bağımsız göstererek kullandığı yayın organları o devletin iskeletindeki en güçlü kemiklerden biridir. İskeletin yıkılmaması için o kemik asla kaybedilmek istenmez. Ayakta kalmak ve ideolojisini sürdürmek için çoğunluğun baskı altında olduğunu bilmeden hayatını devam ettirmesi gereklidir. Aslında zihinsel bir baskı altında olan halkın uyanmaması için devlet karşıt düşünceleri hapsetmek adına soğuk terler döker. Bazı devletlerin ileri giderek çoğu kitap ve filmi yasaklaması bundan dolayıdır. Bu yasakların ve daha fazlasının örneğini ise Kuzey Kore devletinin yaptırımlarında görürüz. Sadece liderin propagandasını yapan TV kanalları ve radyo istasyonları kullanılan ülkede farklı düşünülmesine yol açacak her türlü eylem yasaktır. Toplumun zihninin açıkça manipüle edildiği ortadadır. Oysa diğer ülkeler bunu saman altından su yürütmek deyimini örnek verebileceğim şekilde yapmaktalar.
Filme dönecek olursak, Else Woltersheim’in annesinin Doğu Almanya’da kendi isteği ile yaşaması alaycı bir tavırla basın özgürlüğünü dile getiren polis tarafından söylenir. Woltersheim ise kimsenin politik görüşünü açıklamak zorunda olmadığını söyler. Ayrıca: “Tam olarak neyi soruşturuyorsunuz!” der ve polislerin politik baskısını eleştirir.

 Katharina Woltersheim sorgudayken, Zeitung’u okur. Sinirlenmiştir ve canı sıkılmıştır. Sert göründüğü bir fotoğrafı büyük bir şekilde ön sayfaya basılmıştır. Nereye gideceğini bilemez ve tuvalete gider. Gazeteyi aynanın önüne koyar, kusar. Bu bir iç boşaltımı anıdır. Okuduğu yalan haberler artık hayatını etkilemeyi geçerek zihnini de etkilemeye başlamıştır. Kendisine karşı yapılan haksızlığa tahammül edemez hale gelmek üzeredir. Bu sırada filmin içerisinde ona hep şefkatle yaklaşmış olan kadın bir polis de oradadır. Katharina ona: “Devlet insanı bu paçavraya karşı koruyamıyor mu?” diye sorar. Yani halkının bir parçası olduğu devleti onu koruması gerekirken hiçbir şey yapmamıştır. Bu da Katharina’nın eskiden olduğu gibi düzgün bir insan olma amacını silip atmaya yetecektir. Gazete yüzünden: “Herkesçe bilinen, tek gecelik ilişki yaşayan ve terör örgütü üyesi ahlaksız bir kadın.” iftirası üzerine kara bir leke olarak sürülmüştür. Bulunduğu konuma dahi zorluklarla gelebilmiş orta sınıf biriyken şimdi aşağılanan ve hor görülen biri olmuştur. Kadın olması ise onun gururunu kırıcı olaylar yaşamasını sıklaştırır. Erkekler hiç durmadan ahlaksız notlar bırakır ve laf atarlar. Toplum, devlet, medya… Her şey ona karşıdır.
 Polis sadece şüphe duydukları bir kadın için; aylık gelir gider, yıllık benzin harcaması tutarı ve arabanın yılda kat ettiği km dâhil olmak üzere pek çok araştırma yapar. Tüm bu araştırmalar; devletin himayesindeki halkın, büyük bir kontrol mekanizmasının içerisinde olduğunu belirtmektedir. Katharina tek tek nerelere gittiğini, aylık gelirinin nereden geldiğini, kimlere ne kadar para gönderdiğini anlatmak zorundadır. Tüm detayları elde eden polis kadın olarak karşılarında duran bu vatandaşı küçümsemekten geri kalmaz. 70’lerin kadını hor gören davranışı sürdürülür. “Kılık kıyafetine para harcamıyor musun? Dün sabahki gibi (polis baskını sırasında) yarı çıplak gezmiyorsun her zaman.” diyen polis kadının üzerinde baskı kurmayı bedeni üzerinden sürdürür. Katharina’nın harcadığı km değeri ile arabayla yaptığını iddia ettiği km değerleri arasında bir uyuşmazlık çıkar. Polis, arabasıyla birileri ile (terör grupları) görüştüğünü düşünür. Katharina ise : “Bir sürü kadın tanıyorum, akşamları televizyonlarının başında tek başlarına sarhoş olan. Bu beni korkutuyor.” der. Ara sıra yalnızken dışarı çıktığını anlatır. Kısaca; kadınların kimse olmadan da dolaşabileceği ve bunun kendi tercihleri olabileceğini anlatır. Yani suç işleyebileceğini aklına getiren polise, kendisinin bir hayatı ve duyguları olduğunu hatırlatmak istemiştir.

 Katharina’ ya gelen postalardan birindeki notta: “Stalin’in başaramadığını, sen de başaramayacaksın.” yazıyordur. Bir diğerinde ise: “Komünist domuzu.” yazar. [2]  İşte bu yazanlardan sonra Katharina evini dağıtır. Burada artık hayata dair umutlarının bittiğini anlarız. Katharina bundan sonra Ludwig’i arar ve onunla konuşurken polis Ludwig’in yerini tespit eder. Sadece onu merak etmiştir ve örgüt dâhil hiçbir siyasi sözcük kullanmamışlardır. Katharina’nın gerçekten örgütle bir bağı yoktur. O sadece âşık olmuştur. Ama bu aşkın bedelini ağır ödemiştir. Gururu kırılmış, şahsiyeti ezilmiştir. Hem de bu, bir gazetenin iftiralarıyla yapılmıştır. Katharina, Ludwig’i eski sevgilisi Alois’in ıssız bir yerde duran yazlık gibi kullanılan evinde saklıyordur. Anahtarı istenen ev budur.
 Bu sırada Katharina’nın patronu olan Blorna ailesi tatilden döner. Evlerine gittikleri sırada gazeteciler onları takip etmiştir. Sınırları aşar derecede yaklaşıp fotoğraflarını çekerler ve giderler.  Dr. Hubert Blorna, Katharina’yı seviyordur. Ama yine de ona hiç dokunmamıştır ve karısı da bunu bilir. Katharina’nın eski sevgilisi Alois, Blorna’ların evine gelir. Hubert Blorna, Alois’in avukatıdır. Kimliğinin açık edilmesinden korkan Alois, Hubert’a Katharina ile Tötges’in görüşeceğini söyler ve onu durdurmasını ister. Ülkedeki konumunu değil aile içindeki konumunu düşündüğünü söyler ve: “Özgür bir ülkede yaşıyoruz!” der. “Özgürlük kelimesinin yanlış anlaşıldığı bir ülkede yaşıyoruz.” demesini tercih ederdim. Bu sözler sadece bencilce bir korkuyla söylenmiştir.  Alois, isminin bu çete ile yazılırsa itibarının biteceğini söyler. Bu cümle, basının insan hayatını nasıl kötü yönde etkileyebileceğini açıklar.
 Katharina’nın annesi ölür. Katharina hemşireden annesinin eşyalarını alırken doktor da aynı kadrajdadır. Arkada Zeitung okuyan doktor, Katharina işini bitirdiğinde gazetecinin bu tavrından yakınır ve yoğun bakıma girdiyse onu dava edeceğini söyler. Doktor, annesinin ameliyatının başarılı geçtiğini ve gazetecinin, annesini yorarak onun ölümüne neden olmuş olabileceğini söyler.
Katharina: ”Bu insanlar katil. Hepsi. Masum insanların onurunu çiğnemek tam onların işi, genellikle de canlarına kast ederek. Yoksa kimse gazetelerini satın almazdı.”
Doktor: “Sen Marksist misin?”
Bu diyalogda Katharina’nın görüşü net şekilde verilir. Güçsüzün yanında olan ve sadece para ile yaşamını sürdürmek için diğer insanların onurunu çiğneyenlerin, özellikle gazetecilerin, karşısındadır. Onlar kelimelerin gücüyle, toplumun belli bir kısmını gaddarca eleştiren ve özgür olduğunu iddia ettiği kadar tarafsız olduğunu da iddia eden bir topluluğun parçalarıdır. Oysaki basit bir hikâyenin halk tarafından çok okunması için kendi bedbaht hayal güçlerini de işin içine katarlar. Onların amacı, matbaanın mürekkebi ile kurban seçtikleri kişilere en derin lekeleri sürmektir. Film boyunca, Katharina ilk kez annesi ölünce ağlar. Yarım açık duran bir kapının dışına çıkar ve kapana kısılmışlık hissi verilen bir kadrajlama tekniği kullanılır. Katharina her şeyin sonuna gelmiş gibidir. Evine giderken polis ve ambulansın, Ludwig’i sakladığı eve doğru gittiğini fark eder. Ludwig’in tutuklandığını öğrenir. Bu sırada tabii ki her yerde varlığını hissettiren Zeitung’un muhabirleri de gelmiştir. Çoktan olay yerini fotoğraflamışlardır, giderler. Daha sonra Katharina, Woltersheim ve Blorna ailesine hizmet ederken görülür. Trude Blorna, binanın planını ve gizli çıkışları Katharina’ya anlatmış olduğunu söyler. Yani Ludwig bu plan sayesinde polisler tarafından bulunamayarak binadan kaçmıştır. Bu sırada Woltersheimin sevgilisi olan adam Zeitung’un herkese çamur attığını ama kendisine dokunmadığını söyler. Ardından, belki de Nazi eskisi olduğum içindir der ve gülümser. Yani taraflı bir gazeteciliğin var olduğu yeniden vurgulanır. Katharina, avukat olan Blorna’ya Ludwig’in ne kadar yıl ceza alabileceğini sorar. Blorna ise, bu kitlesel histeri yüzünden 8 ile 10 yıl arasında der. Kitlesel histeri, yani farklı ideolojileri kabullenememiş toplumun gösterdiği hastalıklı tepkiler onun ceza süresini uzatacak ve toplumu tatmin edecektir.
 Katharina Zeitung’un haberlerini yeniden okurken görülür. Anarşist aşığın son kurbanı adıyla anılmıştır. Ağlıyordur. Yüzünü ve belden aşağısını kapatan beyaz bir örtüye sarılmıştır. Beyaz renk masumluğu ifade ettiği için bu kullanımın gazeteyi okurken uygulanması doğrudur. Katharina isminin anlamı, saftır. İsimlerden bahsederken Tötges isminden bahsetmemek olmaz. Almanca ’da toten fiili öldürmek, yok etmek anlamına gelir. Tötges de bu fiilden üretilmiş bir isimdir. Filmde de hayatları mahveden kişi odur ve öldürülür. Ludwig isminin ise (Ludwig karakteri devrimci olduğu için)  Ludwig Andreas Feuerbach’a bir göndermede bulunulmuş olabileceğini düşünüyorum.[3] Ayrıca ismin kökeninde savaş anlamı vardır. Toplum da onları savaşçı olarak gördüğü için bu isim de karakterine uygundur. Soyadı ise Gott tanrı kökünü taşısa da Gotten; kazanılmış demektir. “Kazanılmış savaş” anlamını taşıyan bir isim üretilmiştir. Filmin gidişatına dönecek olursak, Katharina filmin başladığı festivalin olduğu kafeye gider ve herkes onu aşağılar. Giderken de gazetelerin olduğu standı devirir. Yüzünde sert ve kindar bir ifade vardır. Gazete, onun hayatındaki saf sevgi duyduğu insanları ondan koparmıştır.
Katharina dağıttığı evinde, beyaz bir sandalyeye oturmuş Tötges adlı gazeteciyi bekler. Tötges onun hikâyesini daha da geliştirebileceğini söyler. Onunla birlikte olmak için ona yaklaşır. Bu sırada Katharina onu öldürür. Gazete bir suçlu yaratmıştır. Ludwig götürülürken Katharina ile karşılaşırlar ve sıkı sıkı sarılırlar. Memurlar onları ayırır.


Son Söz kısmı:
 Tötges’in cenazesi yapılmaktadır. Polisler ve basın oradadır. Katharina’nın eski sevgilisi Alois bile oradadır. Anma konuşmasını gazetenin sahibi Lüding yapar. Kurşunların yalnızca Tötges’i vurmadığını, genç demokrasilerinin nadide değerlerinden birini yani basın özgürlüğünü de hedef aldığını söyler. Konuşmayı, basın özgürlüğüne kurşun sıkmış olan terör ve anarşinin olduğuna getirir. “Basın Özgürlüğü her şeyin temelidir: Refahın, toplumsal ilerlemenin, demokrasinin, çoğulculuğun, farklı görüşlerin...” Gazete sahibi konuşmasında bile ölen kişiyi değil kendi görüşlerini yükseltme amacı gütmüştür. Filmin bitişi her olayı özetler. “Filmde anlatılan bazı gazetecilik uygulamaları BILD-Zeitung gazetelerinin uygulamalarını çağrıştırırsa, bu ne kasıtlıdır ne tesadüftür. Ancak ve ancak önüne geçilemez bir durumdur.” yazısı ekranda görünür. Filmin anlatmak istediği, hayal ürünü kişi ve olayların aslında gerçek hayatla bağlantısının yüksek olduğudur. Almanya 1970-1980 yılları arasında toplumu bu denli etkilemiş ve filmlerde bu konunun işlenmesine sebebiyet vermiştir.



[1] Almanca ’da ‘Gazete’ anlamına gelmektedir. Bu isim kullanılarak genelleme yapılmak istenmiştir.
[2] “Domuz” kelimesini Baader-Meinhof örgütü, polisler için kullanmıştır. The Baader-Meinhof Complex (Bir Terör Filmi)’te de sıkça yer almaktadır.
[3] Ludwig Andreas Feuerbach, Alman filozof ve ahlakçı. Marx üzerindeki etkisi ve hümanist ilahiyat görüşleri ile ünlenmiştir. 

27 Ocak 2019 Pazar

Hakan Günday'ın Piç Romanı ve Nihilizm


( Bu yazı sosyologca dergisinin 15-16 sayısında yayımlanmıştır.)


 

   Piç, yazar Hakan Günday’ın 2003 yılında yayımlanan üçüncü romanı.Günday ve Piç’e gelmeden önce kısaca Nihilizmden ve kısmen de pesimizmden bahsetmekte fayda var. 

        Genel anlamda fikir babası olarak Nietzsche’yle anılan ve “God is dead”(tanrı öldü),”No future”(Gelecek yok) gibi mottolarla anılan nihilizmin tanımlarına bakalım.Çeşitli tanımlamalar şunlar; “Nihilizm,metafizik ve ahlaki güçleri yok sayan, mevcut olan değerlere ve düzene karşı çıkan, hiçbir iradeye boyun eğmeyen görüşlerin genel adıdır.“Köken itibariyle, Latince “Nihil” sözcüğünden gelen nihilizm, herhangi bir nesnenin varlığının bulunmadığı, salt var olmamanın olduğu duruma işaret eder.”Nihilizm, hiçbir şeyin var olmadığını, hiçbir şeyin bilinemeyeceğini savunan görüştür. “Nihilizm, insanın yaşadığı dünyanın da içinde bulunduğu evrendeki her şeyin anlamsız ve tamamen değersiz olduğunu savunan bir görüştür.”Nihil” kelimesinden türeyen nihilizmin tanımlarına baktığımızda ortak noktanın “hiçlik” olduğunu görüyoruz. Peki, daha detaylı bakacak olduğumuzda Nihilizm düşüncesinin tarihi süreci ve yapısı nasıldır?

      Nihilizm, 19. yüzyılın ilk zamanlarında Rusya coğrafyasında ortaya çıkmış ve, günümüzde dünya genelinde kabul gören büyük felsefe akımları arasına girmiştir Nihilizm kavramı ilk kez 1799’da, Alman yazar Frederich Jacobi tarafından, arkadaşına yazmış olduğu bir mektupta kullanılmıştır. Latince hiç anlamına gelen “Nihil” kelimesinden türeyen Nihilizm, görüldüğü üzere çeşitli şekillerde tanımlanabilen ve kendi içerisinde yorumlanabilen, özellikle “Tanrı öldü.” Mottosu sebebiyle yanlış anlaşılabilen bir düşüncedir. En yalın anlatımla Nihilizm, insanın yaşadığı dünyanın da içinde bulunduğu evrendeki her şeyin anlamsız ve tamamen değersiz olduğunu savunan bir görüştür. Bilginin herhangi bir kaynaktan gelmediğini savunan nihilizm, aynı zamanda tanrı kavramını da kabul etmez. Tüm metafiziksel kavramları gerçek dışı kabul eden Nihilizm, sosyal hayatta var olan tüm değerlere de karşı çıkar. Nihilizm kendini daha çok Turgenyev’in Babablar ve Oğullar adlı romanından sonra kabul ettirmiştir. Babalar ve Oğullar romanında Nihilizm, Bazarov adlı karakterin bütüncül reddedişiyle görülür. Yani Bazarov Rusya’daki devletin, kilisenin ve ailenin otoritesini yadsıyarak anarşist bir şekilde var olan devrimci bir hareket içerisine girerek nihilist düşüncesini var etmiştir. Bu durum bir bakıma Nietzsche’nin Hıristiyan ahlakını reddedişine benzemektedir.19. yüzyılda hızlı bir şekilde yayılmaya başlayan Nihilizm akımı, özellikle bilgi ve ahlak felsefesi alanında kabul görmüştür. Siyaset biliminde de kendine takipçi bulan Nihilizm, tüm değerleri ve gerçeklikleri yok sayar. Genel geçer bir bilgi sistematiğinin olamayacağını iddia eden Nihilizm, kaynağı ne olursa olsun bilginin “doğru ya da yanlış” olarak nitelendirilmesine karşı çıkar. Yokçuluk olarak da bilinen Nihilizm varlığın kendisini dahi yok sayar ve varlık felsefesinin incelediği konuların tamamına büyük bir şüphe ile yaklaşır. Bilimsel düşünceye tutunan Nihilistler, aralarında felsefenin de bulunduğu “tüm toplum bilimlerini” yok sayar. Hatta Nietzsche tarafından Nihilizm, aşılması gereken bir aşama olarak görülmektedir.


Peki nihilizm felsefesini Kimler OLUŞTURMUŞTUR ?


      Nihilizm felsefesi ilk olarak Schopenhauer tarafından ortaya atılmıştır. Friedrich Nietzsche, Schopenhauer'ın nihilist felsefesi ile yola çıkmıştır. Ancak ona göre, nihilizm yanlış ve eksik anlaşılmaktaydı. Nietzsche bundan dolayı zamanla nihilizmi yeniden temellendirdi. Nihilizmin en eksik yanı, yaşamı olumsuzlamasıydı. Nietzsche, "yanlış nihilizm"i yaşayanları sıklıkla "pesimistler" olarak tanımlar. Ona göre pesimizmin aşılması gerekmektedir. Gerçek bir güç felsefesi için, yaşamı kesinlikle olumlayan bir felsefe gerekmektedir. Yaşamın değeri anlaşılmalı ve bu değer yüceltilmelidir.
Nietzsche'ye göre Nihilizm, yüksek ideallerin değerlerini yitirmelerinden kaynaklanan olumsuz düşünce tutumudur. Nietzsche, kendi düşünce sistemini oluştururken, bunun aşılabileceğinde değinmiştir. Nietzsche için 'Tanrı öldü' ve bu varlık artık "kendisine yakıştırılan bütün değerleri hiçe indiren bir yokluk" olmuştur. Yani Nietzsche "Tanrı öldü" derken Avrupa'da ve dünyada tanrı kavramının yozlaştırıldığını, yok edildiğini söylemiştir.Nietzsche’nin düşüncesinde “Güç istenci” olarak adlandırdığı bir kavram vardır.Bu kavrama Piç'i incelerken değineceğim.





Piç (2003) ve Nihilizm


    Piç Hakan Günday’ın Kinyas ve Kayra,ve Zargana kitaplarından sonra çıkarmış olduğu üçüncü eser.Piç’te okuyucu 4 ana karaktere tanık oluyor.Hakan,Cenk,Afgan ve Barbaros.Bu 4 karakteri ilk okuduğunuzda eğer öncesinde Kinyas ve Kayra’yı okumuşsanız oldukça yoğun bir benzerlik olduğunu anlıyorsunuz ve Piç’i okudukça bu ibarenin bir nevi bir insan familyasını tanımadığını açıkça kavrıyorsunuz. Bundan dolayı Piç olarak adlandırılan bu familyaya Kinyas ve Kayra’nın da dahil olduğunu düşünmeniz mümkün.Piç familyasına mensup 4 dikiş tutmaz.Piç familyası diyorum çünkü kitapta piçlik bildiğimiz anlamından ziyade tamamen anti bir kimlik.Romandaki piçler belki Kinyas ve Kayra değil fakat Kinyas ve Kayra’nın piç familyasında safkan bir örnek olduğunu düşündürüyor.Aralarındaki yakınlıklar çok nitekim Hakan Günday’da bir röportajında;“Bütün karakterlerim “Hiç”’inpeşinde koşarlar ama “hiç”’in ne olduğunu bilmezler.Hiçi aramanız için “her şey”den nefret etmeniz şarttır.” diyerek karakterleri arasındaki benzerliği belirterek Piçler ile Kinyas ve Kayra benzerliğini dolaylı yoldan destekleyen bir söylemde bulunuyor. Piçlere dönecek olursak, Hakan ,Cenk ,Barbaros ,Afgan .Dört ana karakter.Son derece benzer olsalar da,ufak farklılıklara sahip,toplumsal ve ahlaki değerlerden sıyrılmış ve bir şekilde 30’lu yaşlarına kadar sağ kalmış,anti materyalist tavırda 4 anti kahraman.Hiçliği,ailelerinin onlara sunduğu tüm geniş olanaklardan ve toplumdan kaçmak için bir yangın çıkışı olarak gören fakat sonlarını yangına çevirdiklerinin farkında olmayan 4 ana karakter.Bu 4 karakter Kendi kimliklerinden sıyrılarak Günday’ın tasarladığı piç kimliğine dahil oluyor.Bu şekilde hayat bulan hiçlik senfonisi basit ve çarpıcı bir biçimde okuyucuyu etki altında bırakmayı başarıyor.Karakterlerimiz ve anlatıcının alıntılarından yola çıkarsak kitabın nihilist tavrını daha net ortaya koyabileceğimizi düşünüyorum.

"Türkçe'deki kelimelerin ilk anlamlarının pek de geçerli olmadığı bir yüzyılda piçler,babaları bilinmeyenler değil,babalarına ihanet edenlerdir.Babalarına ve annelerine."İlk cümleyle piç sıfatının ilk anlamında olmadığını kavrıyoruz.İleriki kısımlarda Piç ile kastedilen kelimeyi göreceğiz.Piç sıfatı ile kastedilen kimliğin çatısı altındaki insanların toplumsal normlarla zıt olduğunu ve yıkıcı tutum aldıklarını görüyoruz.Piçler toplumsal kuralları hiçleştiriyor. Ayrıca Nihilizm’in Güç İstenci kavramından yola çıkacak olduğumuzda,insan bedeninin güç istenci eseri olduğu,akıl denetiminde olmayan bu istencin insanları geçici tatminlerle hiçbir zaman sıyrılamayacağı bir bıkkınlık ve acı döngüsüne soktuğunu görüyoruz bu durum eserin pesimist karakterleri için geçerli. Günday'a göre piçlerin ebeveynleri dünyadan doğal ölümlerle ayrılmazlar.Katillerinin adı üzüntüdür. Kimse öz çocuğunun ihanetlerinden canlı kurtulamaz. Kurtulsa bile içi doldurulmuş bir av hayvanından farksız yaşar ve piçler her ne kadar birçok geceyi ailelerinin leşlerinin hayaletleriyle geçirseler de, sabah hissettikleri tek acı bademciklerindeki sigara yanığıdır.

  İleriki kısımlarda,bir nesneden(kol saati) yola çıkarak modern yaşamın işleyişi ve karakterlerimizin hiçlikçi düşünceleriyle düştükleri zıtlığı görmek mümkün. Aynı şekilde az önce ifade ettiğim Güç istenci kavram burada söz konusu.“Öğleden sonra üç, günü yirmi dört saate bölmüş olanların torunlarının iş hayatlarında en verimli oldukları zaman dilimidir. Başkalarının banka hesaplarında tutsak duran paraların kendi ceplerinde özgürlük bulacağını düşünenlerin, sattıkları ürünün vazgeçilmezliğine karşılarındakini inandırmak için kelime haznelerinin sınırlarını zorladıkları bir saattir. Ama eğer bir terasta yaşıyor ve herhangi bir çıkar karşılığında çalışmanın ne olduğunu bilmiyor ya da hatırlamıyorsanız öğleden sonra üç, sizin için sadece öğleden sonra üçtür. Pahalı saatler takan insanların zamanları değerlidir. Ama bir terasta yaşıyor ve saati sokaktaki yabancılardan öğreniyorsanız, zaman size sonsuzmuş gibi gelir. Ve ekonomi, bilim haline gelmeden önce de var olan bir kurala göre bolluk, değersizliği getirir.”

    Kitabın daha da ileri kısımları Nietzsche’nin pesimist olarak adlandırarak negatif yönde eleştiriler getirdiği olumsuzcu düşünceyle paralel yönde.Bu düşünce Nietzsche’nin Schophenhauer’dan eleştirilerle yola çıkarak nihilizm düşüncesini ortaya koymasını sağlamıştır. Schophenhauer’in kötümserliğine göre(ki bu aslında pesimist düşünce mi gerçekçilik mi tartışmalarına açıktır).Ona göre Dünya, acılarla dolu bir feryat, sefalet vadisidir. Her şeyin bir şans olduğuysa yanılsamadır. Bütün hazlarımız yalnızca negatif kalacak, durup dinlenmeden çaba harcayan istençlerimiz son olarak bir "hiçlikle" memnun edilecektir.Çünkü her şey, çabalarımız, bir yetersizlik kaynağından gelir ve memnuniyetsizliğimizle birlikte yetersiz bir gerekle çabasına kaldığı yerden devam edecektir ki, öyleyse acı olarak kalacaktır giderilmediği sürece. Hiçbir memnuniyet de sürekli değildir, ondan çok daima yeni bir çabanın yeni başlangıç noktasıdır. Çabayı her yerde görüyoruz, defalarca yavaşlatılmış, engellenmiş ve savaşır vaziyette; yani sürdüğünce acı olarak ama çabanın son hedefi olarak değil. Öyleyse çaba acının son hedefi ve ölçütü değildir. İstencin, her şeyden önce her şeyi istemenin esası ihtiyaçtır, eksikliktir, yetersizliktir. Sonuç itibarıyla acıdır. Öyleyse yaşam, can sıkıntısı ile acının arasında sallanarak gidip gelendir.Piç'te söylendiği gibi;Piçler yaşamaz sadece hayatta kalır.Kitapta karakterlerin bulunduğu durum aynı zamanda aşılması gereken bir vaziyette oldukları mesajını taşıyor. Bu da Nietzsche’nin üst insana giden yolda nihilizmi aşılması gereken bir aşama olarak görmesiyle paralel.“Piçler, âşık oldukları kadınların kendilerini kurtaracaklarını düşünür. Oysa hiçbir kadın dünyaya bir piçi kurtarmak için gelmemiştir.”

   Sonraki kısımlarda Nietzsche’nin geçmişin insanı zincirleyerek an’da mutluluğu mümkünatsız kıldığı düşüncesi devreye giriyor. Buradan yola çıktığımızda punk ve yer yer beat kuşağı edebiyatında kendisine yer bulan No future(gelecek yok) mottosuyla paralellik söz konusu.Bu çıkarımı ise şu alıntıdan direkt olarak yapmak mümkün oluyor;"Maceraları, kaçan ve kovalayan insanlarınkinden çok daha durağan gibi görünse de dökülen kan ve gözyaşı her zamankinden ve herkesinkinden fazlaydı. Çünkü onlar bir yere gitmiyordu. Sadece duruyorlardı. Belki de en korkunç şiddet buydu: durmak. İnsan kaçarken başkasının, dururken kendi kanında boğulur. İnsanın kendine biçtiği cezadan daha acı dolu olanı yoktur. İnsanın kendine verdiği cezaların ilki, işlediği suçtur. Piçlerin suçunun bir adı vardır: hayat felci. İsteyerek felç geçiren insanlar dururlar ve her saniyesinde bin bir hareketin olduğu bir filmde donmuş tek kare olarak yaşarlar. Çünkü korkarlar. Geçmişten ve gelecekten…”

  Eserde nihilizmin anti materyalist tavrına da tanık olmak mümkün.Hakan,Cenk,Barbaros ve Afgan geçmişin ve anın çaresizliğinde her şeylerini satan ve feda eden karakterler olarak karşımıza çıkıyor.Bu durumu somut biçimde Hakan karakterinin diyaloglarından birisinde görebiliyoruz.Söz konusu kısımda piçlerin düzenli maddi gelirleri olmadan nasıl devam edebildikleri sorusuna eşyalarını,ailelerinin onlara verdiği herşeyi sattıkları cevabı veriliyor.Diğer bir diğer kısımda eleştirel bir diyalog görüyoruz.


"İnsan paradan önce harcamayı öğrendi."
"Sonra harcayacağı bir şey kalmadı ve diğer insanlara baktı."
"Evet."
"Diğerleri ne yapıyorsa o da aynısını yapmaya başladı."
"Yani kendini harcadı."
"Evet."
"Ve insanın başına kendisinin getirdiği en büyük felaket olan..."
"Heba..."
"Dönemi başladı.”

    Nihilizm düşüncesinde eşitlik söz konusu değildir.Çünkü üst insana değer atfedilmiştir ve bu sebepten ötürü üst insana ulaşma gayesi vardır. Kitapta da herkesin ahlaki olarak eşit görülmesi piçlerle tezat bir durum yaratmaktadır. Aynı şekilde Nietzsche’nin görüşüne göre,nihilistler doğadaki tüm ahlakı reddetmez, ahlakın evrensel olduğunu iddiasını reddeder ve herhangi bir ahlak kuralını reddederken veya kabul ederken onun hayatı geliştirici mi yoksa engelleyici mi olduğuna bakar.Piçlere geldiğimizde durum bu şekildedir.”Piç olmanın doğuştan gelen tek şartı herhangi bir alanda üstün yetenek sahibi olmak ve o alana ilgi duymamaktır. Boğuşarak ve ter dökerek sınırlı yetenekleriyle günümüz dünyasını ve insanlık tarihini inşa etmiş olanların yanında piçler sınırsız yeteneklerini harcayanlardır. Hırstan yoksun üstün yetenekli piçlerle, yeteneksiz ancak ihtiraslı insanların aynı havayı soluyan, aynı türdeki hayvanlar olduklarına inanmak çok zordur. Ancak dünya öyle bir oyun bahçesidir ki, herkes yasalar önünde eşit ve bir vatandaşlık numarası sahibidir.”

   Daha ileri kısımlarda tek yönlü yıkıcı bir yoldan bahsedilmektedir.Bu yol ile kitabın son aşamasında net olarak varılacak hiçliğin inşası yapılmaktadır. ”Hakan bir zamanlar matematik profesöründen sirk cambazlığına, anarşistlikten ırkçılığa kadar birçok düşünceyi üstünde denemiş âmâ hiçbirini kendine yakıştıramamıştı.Dünya üzerindeki hiçbir şeyin ilgisini çekmediğini ancak nadiren sonsuz sıkıntısını dizginleyebilecek kadar uğraşlar gördüğünde, ailesinin kendisi için çizdiği yolu bombalamış ve kaybolmuştu. Hiçbir düşünceye, hiçbir mesleğe ve hiçbir şeye saygı gösterilmeyen tek yönlü bir yolda sakince yürüyordu”.Söz konusu yıkıcı yol, kitabın sonunda net bir biçimde varılacak olan hiçliği inşa etmektedir.Yavaş yavaş son kısımlara gelirken yine Schopenhauer ve Nietzsche'nin ifade ettiği anın çaresizliği düşüncesi ve acınının kaçınılmaz olduğu varsayımı bir alıntıyla paralel özellik taşır. Kitapta piçler düzensiz hayatlarında düzenli olarak içki içerler. Belli sayıdaki kadehten sonra sarhoş olup sızarlar.” Günday'a göre Sızdıkları yerin adı huzurdur.Yazar bir sonraki kısımda yine karakterlerini direkt biçimde nihilist niteliklerle okuyucuya aktarmıştır. Nietzsche’nin Tanrı öldü diyerek işaret ettiği şey aslında dünyasal anlamda yeniden inşa edilen tanrı kavramına karşıtlıktır. Bir sonraki alıntıda görüleceği üzere piçlerde tanrı inancına sahip fakat toplumca lanse edilen tanrıya karşıtlardır. “Dünya üzerindeki yaşıtlarının yarısı gibi "Tanrı var mı, yok mu?" sorusunu hiçbir zaman sormamış olan piçler, Tanrı’nın var olduğunu bilir ancak ona inanmaz ve kulları olmayı reddederler. Tanrıtanımazların aksine Tanrı'yı bilir ama tanımazlar. Tanrı'nın yarattıklarını hatalı bulurlar ve Tanrı'nın çalışma tarzını beğenmezler.”

   Final kısmına geldiğimizde artık tamamen anlaşılmaktadır ki Piç kelimesi Hiç’e yapılmış bir gönderme. Hakan Günday tıpkı Kinyas Ve Kayra romanında yaptığı gibi kendisini kitaba gerçek ismiyle bir karakter olarak koymuştur. Aynı zamanda diğer karakterlerde kendisinden, olmak ya da olmak istemediklerinden izler taşımaktadır. Hepsinin tek bir ortak paydası var o da hiçlik.Hakan Günday'ın söyleşilerinden birisinde ona “Hangi karakteriniz olmak isterdiniz ?” sorusu yöneltilmişti.O da yanıtında bu nihilist karakterlerden birisi olamayacağını ima ederek"Bu soru sorulmasın diye kendimi kitaplarıma koyuyorum."demişti.Aslında tüm bu inceleme sonucunda karakterlerin olumlu mu olumsuz mu olduğu tartışmaya daha da açık hale geliyor ve devreye söz konusu tema pesimizm midir ? nihilizm midir ? sorusu giriyor.

“Evet, anne, benim… Lütfen beni kurtarın.”

Hakan ağlamaya, annesi konuşmaya başladı. Hakan, annesinin bütün şartlarını kabul etti.

“Söz veriyorum anne. Bir daha sizi hiç üzmeyeceğim. Size layık olmak için her şeyi yapacağım. Ne olur beni kabul edin.”

Hakan’ın annesi sancılandı ve çocuğunu ikinci kez doğurdu:

“Eve gel Hakan. Seni bekliyoruz.”

On saatlik bir yolculuğun ardından, ücreti ailesi tarafından ödenmiş olan otobüs koltuğundan kalkan Hakan, ücreti ailesi tarafından ödenecek olan bir taksi koltuğuna oturdu.

İçinde, ailesinin yaşadığı daireyi barındıran apartmanın asansörüne bindi. Üzerinde “6” yazan düğmeye bastı. Olduğu yerde döndü. Gömleğinin düğmelerini açıp sol yakasını omzuna indirdi. Asansörün aynasında, omzundaki kelimeyle göz göze geldi. Daktilo harfleriyle yazılmış ve derisine işlenmesinin üzerinden yirmi dört saat bile geçmediği için hâlâ simsiyah olan kelimeyi, kurumuş dudaklarını çatlatan bir gülümsemeyle okudu. Üç harflik bir kelimeydi: “HİÇ.”





   
     sonuç olarak Afgan,Cenk,Barbaros ve Hakan'ın tamamıyla nihilist, pesimist bir yapıda olduğunu ifade edemeyiz. Kaldı ki eserde realizmin yanı sıra , sinizm, mizantrop, anti sosyallik gibi kavramlarda müdahil olabiliyor.Ancak son aşamada şunu ifade etmekte fayda var;Piç,hiççilikle bağdaşan nitelikleriyle edebiyatımızda önemli bir örnek.Bu bağlamda dikkate alınabilecek eşsiz bir eser olduğunu kanıtlamış vaziyette ve bu kadar yoğun hiççilik içeren başka bir örnek Kinyas Ve Kayra da dahil olmak üzere yok.